Sartre’ın Varoluşçuluğu
Varoluşçu bir felsefeci incelenirken belki de bakılması gereken ilk şeylerden biri felsefecinin kendi
varoluşudur. Sartre, kendi varoluşu açısından bize önemli bir eser bıraktı: Sözcükler. Onu belki de en
çok tanıyan kişi olan Beauvoir “Sözcükler” i şöyle betimler ; Sartre tarafından yeniden kurgulanmış
bir geçmişin , felsefi bir kavramla yeniden yayınlanmış bir varoluş deneyimidir.
Sartre’nin babasının olmayışı ve ikinci kez evlenmesi onu derinden etkilemiştir. Hatta şöyle bir yorum
getirir “Özgürlüğümü tam zamanında yapılmış bir göçe, önemini ise kapıya dayanmış bir ölüme
borçluyum.” Babasını kaybettiğinde yalnızca on beş aylıktır.
Babasının ölümünü açıkça saygısızca bulur ve babalardan tiksinir. “İyi baba yoktur, bu bir kural ama
erkeklere değil, çürümüş babalık bağına kızmak gerekir. Yaşasaydı babam, boylu boyunca üzerime
uzanacak ve beni ezecekti. Talihim varmış, genç yaşında öldü .Ardında babam olmaya vakit
bulamayan yaşasaydı bugün , oğlum olabilecek, genç bir ölü bıraktım .” Babası onu çok az ilgilendirir
hatta “benim talihim bir ölünün çocuğu olmaktı” vurgusunu kendi yaşamını kendisinin kurmasına,
kararlarını mantığı ve arzuları doğrultusunda almasını engelleyecek hiçbir vicdan muhasebesi ve
hiçbir duygusal bağımlılık tanımamakla doğrulamıştır.
(Sözcükler ile 1964’te aldığı Nobel ödülünü ise reddetmiştir.)
Babasının ölümüyle , on yaşına kadar dedesi ,büyük annesi ve annesi arasında yalnız bir yaşam
sürerken bulur kendini. İlk eğitimini dedesi üstlenir hatta ilk yazılarını dedesiyle mektuplaşırken
yazmıştır.Bu süreçteki hayatını “Anne sevgisiyle kadınlaştırılmış ,beni doğurtan sert Musa’nın
yokluğuyla yavanlaşmış ,büyükbabamın aşırı beğenisiyle gülünç bir şekilde kendime hayran
kalmıştım” şeklinde betimler. Kendi söylemese de oedipus karmaşası yaşadığını düşünülebilir bu
söylemiyle .( oedipus karmaşası: Sigmund Freud;un kurucusu olduğu psikanalitik teoriye göre karşı
cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni saf dışı etme konusunda çocuğun beslediği
duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamı.)
Yazmaya başlaması ; öz yaşam öyküsünde “ben yazmayı bilmeyen bir harika çocuktum” diye
yazar.Ona okumayı aşılayan annesi ve dedesi olmuştur. “yüce” ve “düşük” diye tabir ettiği tüm
kitaplara ilgisi vardır.Dedesine yazdığı şiirleri annesi çevresine oğlum yazar olacak gururuyla gösterir.Sartre da büyüyünce yazacağını o mahcuplukla kabullenir. Sartre’ın düşleri ünlü bir yazar olmak üzerinedir.
Annesi evlendikten sonraki yıllar Sartre için karanlık yıllardır. Yaşadığı kentten ayrılır; La Rocehlle ‘ye taşınır. Annesi ile arasındaki büyülü ilişki bozulmuştur. “Çocukluğumdan ve ondan doğan her şeyden tiksiniyorum” diye yazar. Altmış dokuz yaşındayken bile Beavoir ile yaptığı söyleşide annesinin evliliği ve üvey babası hakkında konuşmak istemez. Hatta “Aile dediğin bok torbası” diye yazar, Beavoir’e. Sartre’ı varoluşçu felsefeye yönelten de belki de bu varoluş süreci olmuştur. Sartre varoluşçu felsefesini ise “Varoluşçuluk Bir İnsancıllıktır” adlı eserinde açıklamıştır.(1946’da Club Maintenant ‘da verdiği konferansın metnidir bu eser). Eseri duyurmaya iten neden ise Marksistlerin varoluşçuluğu eylemsizlik ve öznelcilikle,Katolikler ise kötümserlik ve bireycilikle suçlamasıdır.
İnsan kendisine sürekli varoluş özgürlüğü verilmiş bir varlıktır ; özü olmayan bir varlık . Sartre’a göre
insanın belki en basit tanımı bu şekilde yapılabilir ve Sartre’ın varoluşçululuğun temeli bu tanıma
dayanır.( İnsan özgür olmaya mahkumdur.)
Eleştirilerden bahsedecek olursak ise özellikle Marksistler ve Katoliklerden geldiğini belirtmemizde
fayda var. Katoliklere göre varoluşçular gerçekliği tanımıyor kaba bir tabirle başıboş davranıyorlar.
Marksistler ise göre varoluşçuluk sürekli umutsuzluktan ve insanın kötü yanlarından bahsediyor.İki
cenah da ortak olarak varoluşçuluğu insancıl bulmuyor. Ayrıca komünistler, varoluşçuları öznel
olmakla suçluyor ve dışlarında yaşayan yanına yaklaşamayan insanlar olarak görüyor.
Sartre ın insan anlayışı ;insan daha önce tanımlanamaz ,hiçbir şey değildir en başta .Sonradan bir şey
olur ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Bu yüzden de insan doğası diye bir şeyden
bahsedemeyiz.İnsana bu şekilde bir tasarı diyebiliriz; insan kendini nasıl tasarladıysa öyle olacaktır.Bu
sebepten ötürü de insan ne olduğundan sorumludur. Sartre bu deyişiyle aslında şunu demek istiyor
“Ne var ki biz “insan sorumludur” derken ,yalnızca “kendinden sorumludur demek istemiyoruz
.”Bütün insanlardan sorumludur “ demek istiyoruz”.Aslında bu sözler de yukarıda belirtilen
eleştirilere net bir cevaptır.
“İnsan kendi kendini seçer” : Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken aynı zamanda herkesin nasıl olması
gerektiğini de tasarlarız. Herkes için iyi olanı seçeriz: Bir işçinin sosyalist değil de sarı-hristiyan( düzen)
sendikasına girmesi de böyle bir şeydir. Bu seçişle yalnız kendini bağlamış olmaz, herkes adına
tevekkülü salık vermiş olur. Bireysel olarak evlenmek istemek ,çocuk yetiştirmek istemek de bütün
insanlığa tekli evlenme yolunu salık vermiş oluruz. İnsan seçimleriyle aynı zamanda herkesten
sorumlu olur böylece.
“İnsanlık bunaltıdır!”
İnsanlık sorumluluk duygusundan kurtulamaz. Bu duygu insanda sıkıntı yaratır, buna bunaltı diyoruz.
Nitekim çoğu insan bu bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçar. Herkesin yaptığı kendine derler ve
eklerler herkes böyle yapmaz ki. Bu yalanı da taşıyan, yalanın verdiği de değeri taşımış olur. Kiergaard
bunu “İbrahim’in bulantısı” olarak tanımlıyor.
Ahlak tartışması
Bizim için iyiyi düşünecek bir Tanrı yoksa iyiyi biz seçiyorsak aslında bu bir ahlak tartışmasıdır ve
sorumluluklara dolayısıyla bunaltıya geri döneriz.Heidegger bunun için “Bırakılmışlık” der
.Dostoyevski, tanrı olmasaydı her şey yapılabilir olurdu derken bunun yolunu açmıştır tanrı yoksa her
şey mübahtır.Kişi özgürdür ve sorumludur.İnsan özgür olmaya mahkumdur sözü de bu bağlamdadır.
Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır Sartre’a göre. Özgürdür çünkü tüm yaptıklarından sorumludur.
Sartre’ın verdiği şu örnek bu konunun tartışmasıdır. Sartre’ın öğrencisinin abisi 2.paylaşım savaşı
sırasında hayatını kaybeder. Öğrenci Sartre’a danışır. Özgür Fransız birliklerine katılmalı mıyım diye
sorar fakat annesinden ayrılacak ve onu yaşam savaşımında yalnız bırakacaktır. Savaşta ölürse kadın
derin bir umutsuzluğa kapılacak ve onun sonu olacaktır. Eğer savaşa giderse de bunun elle tutulur
yolu yoktur belki birliklere katılamayacaktır bile. Sorumludur annesi ve ülkesi için .Bu bir bunaltıdır.
Başka bir açıdan yaklaşırsak eğer kalırsa annesine olan duyguları için kalacaktır yani duygunun
değerini buradaki seçim, hareket, belirler. Peki ya kendinden emin olamazsa ,birine danışırsa ne
diyeceğiz ? Bu konuda da soracağı kişiyi seçmek de kendi seçeceği yolu seçmektir. Bir keşişe ya da bir
komüniste sormak hangi hareketi seçeceğini etkiler ve bu da bireyin kendini seçmesi olur.
Yaradılıştan derler bu hareketlere ; o çok cesurdu ve savaşa gitti.Fakat varoluşçular “bu adam
korkaklığından da cesurluğundan da sorumludur “ der. Korkak yaradılış yoktur çünkü; sinirli , zengin
veya fakir yaradılışlar vardır .Yaradılış, hareket demek değildir oysa korkak, yalnızca hareketleriyle
tanımlanabilir. Kısaca korkak kendi kendini korkak ,kahraman kendi kendini kahraman yapar çünkü
kendini öyle tasarlamıştır.
İnsan böylece kendi ahlakını da seçer. Koşulların baskısı onu kendi ahlakını seçmek zorunda bırakır bu
da bizi şu çıkarıma götürür genel bir ahlak yoktur. Ahlak seçimlerimizdir. Örneğin Amerikan iç
savaşında kölelik yanlısı olmakla, karşıtı olmak gibi.
Sonuç olarak; varoluşçuluk bir çeşit kendini var etme yoludur. Seçimlerimizle, bir var olma
felsefesidir. Peki bu yol bizi neden ilgilendiriyor? Ritter’e göre yabancılaşmış toplum,Tillich e göre
makineleşmiş toplum,sosyalistlere göre mülkiyet düzeni insanı tedirgin ediyor. İnsan Sartre’ın
deyimiyle “nedensiz, anlamsız” bir varlık haline geliyor. Marksizm ,psikanaliz ve varoluşçuluk da bu
durumun yarattığı akımlar olarak belirtiliyor. Sartre ise ortaya yeni bir siyaset felsefesi ortaya
koyuyor: Marksist varoluşçuluk.
Sartre “Marksizm ve varoluşçuluk” da kendi varoluşçuluğunun sadece Marksizm’de açılan gediği
kapatmak için tasarlandığını söyler ve bu gedik doldurulduğu zaman varoluşçuluğun bağımsız bir
felsefe okulu olarak varlık nedenini yitireceğini söyler. Sartre’ın iki felsefe okulu arasında kurduğu
bağlantı insanın bırakılmışlığından gelir. İki okul da hümanist temeldedir ve varoluşçuluğa göre
kararlarıyla insan kendini hümanist bir varlık olarak kurabilecektir. Sartre’ın marksizmi tarihi kendi
pratiğiyle yapan insan düşüncesine dayanan bir marksizmdir, eylemleri ve seçimleriyle hem tarihe
hem kendine şekil veren bir insan tahayyül etmiştir.
Sartre da kendi hayatıyla bu iki ekolün paydaşlığına bir örnektir. Nobel edebiyat ödülünü reddetmesi,
Cezayir savaşındaki tavrı, 2.paylaşım savaşında direnişçilere verdiği destek ve komünist partiye verdiği destek bu bağlamda değerlendirilebilir.
Kaynaklar
Yazan :Guernica
Kaynakça ve ileri okuma :
Düşünbil 55.sayı
Varoluşçuluk-Jean Paul Sartre
Marksizm ve varoluşçuluk-Adam Schaff
Sözcükler -Sartre
Yorumlar
Yorum Gönder